Agos gazetesinde, Uludere (Roboski) katliamının Bediüzzaman Said Nursi'nin sözleri ile değerlendirildiği bir yazı yayınlandı. Ali Bedir tarafından kaleme alınan yazıda, Emirdağ Lahikası'ndan ilgili bölümler aktarıldı.
"İnançlı bir Müslüman, Roboski’de ve sonrasında yapılanlara ve yapılmayanlara karşı çıkıyor ve Said Nursi’nin sözleriyle itiraz ediyor: “Rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür” ifadeleri ile verilen yazının tamamı şöyle:
Roboski/Uludere hadisesi, Türkiye siyaset arenalarında bugüne kadar bir şekilde gözlerden ve en önemlisi de gönüllerden uzak tutulmaya çalışılan, bu ülkede yaşamanın, insan olmanın zorluğunu, dramın en çıplak ve rahatsız edici halini Şarki Anadolu’dan bir örnek ile ortaya koyması itibariyle unutulmaması gereken bir hadisedir. Anadolu coğrafyasında yıllardan beri kök salmış olan Kur’ani hakk ve adalet çerçevesinde vicdan sahibi olmuş insanlar için, tüm siyasi çıkar ve tavırlardan öte bu hadise, bir vicdan muhasebesi. Zira Kur’an, Hud Suresi 113. ayette, “Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” emriyle tüm inananları bu tür hadiseler karşısında uyararak, tavır almaya, en azından bir vicdan muhasebesine davet etmektedir. Gene bu ayetin tefsiri babında, Said Nursi, “Zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ [en aşağı] bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür” diyerek, Müslümanları Kur’ani bir adalet çerçevesinde, fikirlerini ve eylemlerini bitmeyecek bir şekilde gözden geçirmeyi tavsiye etmektedir. Ancak böylesine bir vicdan muhasebesi neticesinde hakk ve adalet tesis edilebilir ve bu çerçevede istikametli bir maddi ve manevi hayat mümkün olabilir. Özellikle toplumsal hayata bakan noktalarda, “zulüm”den uzak durma ve önlem alma adına Nursi’nin tespitleri, yukarıda arz ettiğim Roboski özelinde ama aslında pek çok içtimai [toplumsal] meselelerde de, bizler için zihin açıcı Kur’ani uyarılar içermektedir.
Nursi, “Hükûmet-i İslâmiye” diye adlandırdığı bu memleketin selâmetine çalışan ya da o iddiada bulunan ehl-i siyasetin [siyasetçilerin], yani bu “Hükûmet-i İslâmiye” ifadesi ile tavsiye niteliğinde, bu memlekette umumi sulh ve selametin ancak İslami adalet ile olabileceğini vurgulayan Said Nursi, dikkate alması lâzım gelen bir “hakikat”ten bahseder:
“İhtar”, olarak “Emirdağ Lahikası” adlı kitabında kaleme aldığı yazısının başlığındaki ithaf çok manidardır: “Başvekil'e ve dindar meb'uslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır” der Nursi. Bu ihtar, tarihsel bağlam itibarıyla Demokrat Parti ve Adnan Menderes’e hitaben yazılmış olsa da; aynı ihtarı, kendi siyasi oluşumunu Demokrat Parti’nin varisi olarak gören ve pek çok AKP mitinginde, zatını Adnan Menderes ile aynı kare içerisinde resmettiren Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik okumak da mümkündür. Zira Said Nursi açısından, kâinatta, devridaim eden iki cereyan, farklı suret alsalar da, mana itibarıyla aynı kalarak mevcudiyetlerini sürdürürler: “hakk ve adalet”ve “şer ve zulüm”. Tabir-i diğerle, her şahıs/oluşum için ya birinci cereyana ya da ikincisine dâhil olma şansı/tehlikesi mevcut olduğundan, Said Nursi’nin yazısını, değişik zaman ve zemin itibarıyla farklı şekillerde ama özünde aynı hakikati ifade eder şekilde okumak mümkündür.
Emirdağ Lahikası’nda kaleme aldığı yazıda Nursi, insanlık içerisinde, “en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan” [esas kanunu geriletmeye çalışan] bir düşünce sisteminden bahseder. Bu düşünüş sistemi, insanlığı, Hz. Peygamber vasıtasıyla muhatap kılındığı İlahi uyarı ve derslerin terbiyesinden uzaklaştırmaya, o terbiye öncesi eski hallerine geri döndürmeye çalışmaktadır. Nursi, bu özelliği ile bu ülkede asıl “irtica” tehlikesinin yani asıl “gericilik”in bu tarz düşünüş ve bu bağlamda yapılan faaliyetler olduğunu dile getirir. Nursi’ye göre, “asıl irtica”, insanlığı, peygamber öncesi döneme yani vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîye, “medeniyet” namı takılarak döndürmek istemektedir. Nursi’ye göre, “Beşerin [insanın] selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini [küresel barışını] mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî”, yani bu düşünüş çerçevesinde uygulamaya geçen faaliyetler neticesinde ortaya çıkan şey ile insanların başta zihni dünyalarındaki “adalet”, “özgürlük” kavramları ve ona bağlı olarak da yaşam alanlarındaki barış ortamı, rahat ve saadetli bir hayat sürdürme imkânları ortadan kalkmaktadır. Özellikle “zulüm ve şer cephesi”, “garazkârane [düşmanca] ve anudane [inatçı] particilik” yani birbirini çekememek, sırf kendi fikriyatından olmadığından ötürü her türlü düşünceye karşı olmak ve ona yaşam alanı bırakmamak gibi düşünceleri aşılayarak, toplumsal parçalanmaların, siyasi, dini, etnik kamplaşmaların önünü açıyor.
Nursi, böylesine bölünme ve ayrışmalara neden olan düşünce sisteminin temelini ise, “Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes'ul tevehhüm ediliyor [kuruntusuna düşülüyor].” fikriyatında bulmaktadır. Ona göre böylelikle, “bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor” ve umumileştirilerek çözümsüzleştiriliyor. Nursi, bu düşüncenin tedavisine yönelik olarak ise, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” (En'am Sûresi 164) ayetini adres gösteriyor. Said Nursi’ye göre Kur’ani adalet ancak bu ayetin ışığında, yani birisinin hatasıyla başkasının mes'ul sayılmaması, sırf aidiyet ve aynı düşünceyi paylaşmaktan dolayı, suçu işleyenin kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, yapılan suça ortak sayılarak cezalandırılmaması ile tesis edilebilir. Hissen, yapılan suça iştirak edenlerin ise “Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes'ul olacaklar”ının altını çizer.
Nursi, “Eğer adaleti ve hakikiyeti teşkil eden bu emir ile hareket edilmezse ‘hayat-ı içtimaiye-i beşeriye [insanların toplumsal hayatı], iki harb-i umumînin [Dünya Savaşı] gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i sâfilîn [sefillerin sefili] olan’ o vahşi irticaa düşecek”lerini yani Kur’anın gerçek adaleti teşkil eden emri sesbebiyle hareket edilmezse toplumsal hayatın, iki dünya savaşının benzeri bir tahribe maruz kalacağına dair uyarıda bulunur. Çünkü yukarıda zikredilen düşünüş ile hareket eden cereyanlar, topluluğun selâmeti için ferdleri feda ederken, vatanın selâmeti için şahısların hukukunu nazara almazlar. Devletin siyasetinin, ki biz ona meselemiz olan Roboski nokta-i nazarında [çerçevesinde] terörle mücadele ederken de diyebiliriz, selâmeti için cüz'î (34 insancık!) zulümleri nazara almazlar. Bu zalim düşünce ile hareket edenler, bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almazlar. Çünkü bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görürler. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirebilirler. Hâlbuki aynı hadiselerde Kur’ani adaletin verdiği ders, emir, “Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir”den (Mâide Sûresi 32. ayet) hareketle, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilemeyeceğidir. Kur’an’i adalete göre, bir kişi dahi, umumun selâmeti için feda edilemez; çünkü Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılamaz, küçük, büyük için iptal edilemez, bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilemez.
Hal böyle iken siyasi arenalarda, özellikle Roboski hadisesi gibi zulmün artık ayan beyan ortada olduğu meselelerde dahi, daha öncelerden ezber edilmiş zulüm içerikli söylemlerin, özellikle ilk bakışta “dindarlık”larıyla ün salmış şahıslarca tekrar edilişi şayanı dikkattir [ilgi çekicidir]. Siyasetin şerrinden Allah’a sığındığını çokça dile getiren Said Nursi’nin, bu sözü, kendisini dindar, Müslüman olarak tanımlayanlar açısından bir kez daha üzerinde durulup düşünülmesi gereken bir noktadır.
Yazımı bitirirken, başta Roboski hadisesi münasebetiyle ama aslında tüm insanlık için, gelecek adına ümitvar olmamıza olanak sağlayan Said Nursi’den şu alıntıları, hem bir dua, hem de hakka ve adalete dair tavır almaktaki tüm gecikmişliklerimiz için bir istiğfar [af dilemek, tövbe etmek] babında zikretmeden geçemeyeceğim:
“Millet uyanmış; mugalâta [desteksiz münakaşa] ve cerbeze [kurnazlık] ile iğfal olunsa [aldatılsa] da devam etmeyecektir. Hakikat telâkki olunan [kabul edilen] hayalin ömrü kısadır. Feveran eden [birden patlayan] efkâr-ı umumiye [kamuoyu] ile o aldatmalar ve mugalâtalar dağılacaktır. Ve hakikat meydana çıkacaktır. Ümidim kavîdir [sağlamdır] ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle [hüznün ateşiyle] tebahhur eden [buharlaşan] “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir”, inşallah…
(AGOS)
S.a güzel bir site olmuş. Allah daha da muvafak etsin
YanıtlaSil